22 Kasım 2012 Perşembe

merdiven.

 
bir kapı ve de birkaç merdiven
birkaç komşu, selam sabah adetten..
çok mu zor dönmesi en beklenen?
 
 
Yalın'ın en son albümünde yer alan ve benim yeni keşfettiğim bir şahaser!
 
alıp uzaklara götürsün diye her seferinde hevesle ve yeni baştan dinlediğim şarkı..
 
başka diyarlara, başka insanlara sürükleyen sözler, rahatlatan gevşeten hafif bir melodi..
 
dinledikçe kaçınılası o soruyu sormadan edemiyor insan:
sahi, gerçekten çok mu zor gelmesi en beklenen?

1 Kasım 2012 Perşembe

cold cold world



bugünkü keşfim bu şarkı! bu öğlen saatlerinde boş bir anımda internette rastlaştığım harika ötesi, insana huzur veren bir parça! 

mentalist'in 5.sezonunda çaldığı söylendiği için başa dönüp son sezon bölümlerinin hepsini teker teker dinleyip bu şarkının geçtiği anı bulasım ve bu şarkıyı patrick jane ile tekrar dinleyesim var!

ilk dinleyişte aşık oldum resmen!

başka sözüm yok hakim bey!

20 Ekim 2012 Cumartesi

beyoğlu sahaf festivali



yaklaşık 1 ay önce gittiğim, odakule'nin arkasında geniş bir arazide kurulan 6. Beyoğlu Sahaf Festivali'nin bende çok güzel etkileri oldu.

bir sinema çıkışı 2 arkadaşımla birlikte gittiğim festivalden sonra uzun süre nostaljik esintilerden kurtulamadım. her daim nostalji ile yaşayan ve eskiye dair ne varsa seven/özleyen biri olarak sahaflar zaten olmayı en çok istediğim yerlerden biri. ve hepsini bir arada görüp kendimi geçmişin tozları arasından kurtaramayınca da uzun süreli bir mutluluk sardı beni. 

orada ne kadar kitap, dergi varsa hepsine dokunmak, sayfalarını koklamak istedim ve aralarından hoşuma giden birkaç kitabı da alıp artık kendime hayatıma kattım. 

fakat beni en çok etkileyen aldığım kitaplardan ziyade, her sahafta mutlaka büyük bir heyecanla aradığım eski kartpostallar ve fotoğraflar oldu. kimbilir kim tarafından ailesine yazılmış bir mektup ve çoook eski zamanlardan kalma bir ilkokul fotoğrafı da başka diyarlardan gelip benim odamda varlıklarını sürdürüyor şu an.

29 Eylül 2012 Cumartesi

to rome with love


Filmin yönetmen, senarist ve oyuncusu Woody Allen.
Güzel bir cumartesi akşamı Caddebostan’da heyecanla izlemeye gittiğim,  Midnight in Paris’ten sonra sabırsızlıkla beklediğim Woody Allen filmi..

Film son derece tatlı bir melodi ile başladı. Duyduğunuz andan itibaren ona eşlik etme hissi yaratacak, hoş bir melodi... Derken, Roma’dan biraz görüntüler, Forum, Colleseum, Aşk Çeşmesi ve İspanyol Merdivenleri ve daha nice küçük, tatlı ara sokaklar ve karakterler…
Filmde tek bir konu işlenmemiş de, 4 ayrı koldan ilerlenmiş. O karakterlerin yaşamlarına birer kapı aralanmış. Her biri kendi içinde eğlenceli güzel samimi hikayeler oluşmuş. Tüm bunlarla birlikte çok beğendiğim Roma ve kulağa hoş gelen cezbedici müzikler de olunca muhteşem bir 2 saat yaşamış oldum.

Benim en sevdiğim hikaye ise Amerika’dan gelip İtalyan bir avukata aşık olan Alison ve onun ailesinin hikayesi oldu. Woody Allen’ın kızın babasını canlandırdığı bu bölümler çok samimi ve bol kahkahalı olmuş. Özellikle duştaki şarkı söyleme sahneleri :)

Ayrıca Jack, Sally ve Monica arasında geçen aşk üçgeni de, filmde işlenişi açısından ilginç olmuş bence.


Ama filmdeki en eğlenceli rol ise bir hayat kadınını canlandıran Penelope Cruz’un Anna rolüydü bana kalırsa. Bu filmde ayrı bir hayranlık duydum kendisine. Çok eğlenceli, komik, rahat bir karakter yaratmış Cruz.



Roma’da gezdiğim sokakları ve yemek yediğim yerleri, dilek tuttuğum çeşmeyi bana özleten bu film, bence en az Midnight in Paris kadar güzeldi. Onun kadar nostaljik bir Paris havasında olmasa da, eğlenceli bir Roma esintisi yaşattı. Film bittiğinde salondan çıkasım gelmedi ve ennn kısa sürede Vicky Cristina Barcelona’yı da izleyip, bu eksikliğimi telafi etmeye karar verdim.

Ne diyelim, herkesin söylediği gibi, sıra İstanbul’da olmalı bence de!

12 Ağustos 2012 Pazar

erasmus'un ardından..

aylaaar aylar öncesinden heveslenmeye, hayallerini kurmaya başladığım; yaklaştıkça gözümde daha çok devleşen, beni heyecanlandıran "Erasmus Macera'm" en nihayetinde son buldu. hangi ara başladı, hangi ara bitti.. o aralarda neler oldu, nasıl bu kadar hızlı geçti bilemiyorum.. tek bildiğim ilk bir-iki ayki alışma evresini atlattıktan sonra her şeyin bir anda olup bittiği.

"güzel insanlarla geçen güzel 5 ay" diye tek cümleyle özetleyebileceğim bir anı olarak kaldı ben de. her ne kadar gittiğiniz şehir ya da ülke dünyadaki cennet olmasa da, ya da sürekli karşınıza aşmanız gereken sorunlar çıksa da, Avrupa'da özgürce ve çok ucuza gezmenin ve tek başınıza her gün farklı deneyimler yaşamanızın her şeye bedel olduğu da bir gerçekti elbet :)

kardeşim ve kuzenimin yanıma gelmesiyle ayrı bir şenlikle geçen son hafta, odamı toparlarken gözyaşları ile sonlandı.. arkamda alıştığım bir şeyleri bırakıp gitmenin verdiği hüznün bıraktığı gözyaşları.. her seferinde başıma gelen bir olay bu. ne zamanki alıştığım ve sevdiğim birilerini/bir yerleri/bir şeyleri bırakıp gitmem gerekse ağlarım. uzun uzun ağlarım hem de.. bir kaç damla gözyaşı değildir akan.. ve nitekim de yine öyle oldu. 

bavullarıma sığma çabası, odayı terk etme çabası, trene yetişme çabası vs derken gönül rahatlığıyla veda bile edemedim 5 ayımı geçirdiğim şehrime. iyisiyle kötüsüyle derler ya hani, acısıyla tatlısıyla 5 ay boyunca beni sahiplenmişti Liege. Wallon insanlarının sürekli hatalar yapmalarını, pis sokaklarını ve açmayan güneşini bir kenara bırakırsak ordan dönmeyi istemedim bile diyebilirim bir an için..

ama döndüğümde beni karşılayan ailem ve muhteşem Türk Mutfağı ile en kısa sürede İstanbul'a adaptasyon sağladım. insanın geri geldiğinde onu kucaklayan ailesi, sevdikleri, arkadaşları olması şahane bir duygu!

bu gidip gelmeler zor da olsa, onlarsız hayat daha az renkli olurdu eminim.

aslında her veda ve her kavuşma bir renk katıyor hayatımıza, öyle değil mi?

her kazandığımız ve kaybettiğimiz gökkuşağının bir parçası...

öyleyse bitene ve gidene veda edip, geçmişimize takılmayıp, her şeye yeni bir başlangıç yapabiliriz artık..

                                                                       daha renkli bir hayat için!

10 Haziran 2012 Pazar

bazen.


bazen sadece, başını omzuna yaslayıp "seni özledim" diyebilecek birine ihtiyaç duyuyor insan. "ben de" denilmesine bile gerek duymadan...













9 Haziran 2012 Cumartesi

"naber evladım?"

"al beni yar götür, götür buralardan
bıktım artık hep aynı varoluşlardan.."


diyor şarkıyı seslendiren kişi.. arkada hafif bir melodi.. gitar sesi ağırlıkta..


adamın sesi çok içten, çok derinden geliyor.. aynı varoluşlardan bıkmış gibi.. sahiden gitmek istermiş, hatta gidermiş gibi..


şarkıyı dinlerken "iyi" hissediyor insan. güzel geliyor kulağa.. insanın içini hüzünle karışık garip bir huzur kaplıyor... da.. yaşarken neden acı çekiyor insan?


hayatımızdaki birileri aynı varoluşlardan bıkıp gitmek istediğinde neden rahatsız oluyor? niye üzülüyor..?


bencillik ya da insan doğası işte.


bir sene kadar önce dedem herkesi ve her şeyi bırakıp gitmeye karar verdiğinde annem başta olmak üzere herkes çok sinirlenmişti. garip bi kızgınlıktı yaşadığımız. tehditkar. sonra sahiden gittiğinde ise kızgınlık çaresizliğe dönüşmüştü bizim için.


önce bir kabullenemeyiş. ve o kabullenemeyiş ile gelen umutsuzluk. sonrasında üzüntü.


nerde olduğunu kimsenin bilmediği bi dedem vardı artık. hiç kimseyle konuşmayan, kimseye haber vermeyen bir dedem..


ilk başta bir şey hissedemedim ben. ilk birkaç ay.. biliyordum çünkü neden kimden kaçtığını. annemin ve diğer herkesin düşündüğünün aksine biz değildik onun kaçtığı.. onu buralardan kaçıp götüren ta kendisiydi aslında..


ama zaman geçti, özledim çok. karşılıklı oturmayı, konuşmayı, dertleşmeyi... çocukluk arkadaşımdı dedem benim. çiçek pasajında hep beraber meyhaneye gittiğim bir arkadaşım.. onu göremediğim her an için pişmanlık hissettim. ihmalkarlık gibi..


ta ki, geçen gün annem beni arayana kadar.. bir şekilde öğrenmiş yerini, gitmiş yanına. telefonu dedeme uzattı ve ben onun sesini duydum! yıllardır hiç değişmeyen ses ve o tanıdık cümle! "naber evladım?"


bir cümle bir insan için bu kadar mı şey ifade eder? bu kadar mı içi doludur, anılarla saklıdır.. gözümün önünden film şeridi gibi geçti derler ya hani, benim de her şey bir film şeridi gibi geçti önümden adeta.  dedemle konuştuğumuz her dakika, her sohbet anı, birlikte gezdiğimiz her bir nokta, oynadığımız tüm oyunlar, çocukken ve sonrasında bana aldığı her kitap.. ilk şiir kitabım, ilk romanım ve ilk nazım hikmet dizeleri..


"yarin yanağından gayrı
her yerde ve her şeyde hep beraber
diyebilmek adına"


bütün bunlar 1 sn içinde oldu. o yorgun sesin bana söylediği ilk iki kelime sayesinde.


yorulmuş ve sıkılmış bir sesti duyduğum. hayalkırıklığı vardı sanki yine. kendinden kaçıp yine kendine yakalanmıştı sonuçta.. kendiyle savaşmayı bitirmek üzere ama hangi tarafın kazanacağını bilemeyen bir savaşçı..


telefonu kaparken uzun süredir hiç olmadığım kadar huzur vardı benim içimde. onu yeniden görebilecek olmanın sevinci.. onunsa içinde özlem vardı belli ki..


hep aynı varoluşlardan kaçıp uzaklara giden bir adamı dinliyorum ben bu şarkıyla beraber.. yıllardır tanıdığım yorgun ve üzgün insanı.. dedemi. 

3 Haziran 2012 Pazar

liege'de yıldızlı gökyüzü

erasmus macerasını sonuna yaklaştıkça, gitme'nin hüznü de yavaş yavaş sarıyor beni..
alıştığım/alışamadığım, sevdiğim/sevmediğim.. ne varsa geride bırakacak olmanın mahzunluğu var..
ya da kalan azıcık zamanda yapmadığım her neyse yapıp yetiştirme telaşı..
"şuraya gitmemiştik, hadi gidelim." "ya çok az zaman kaldı hadi bunu da yapalım" "nasılsa yakında geri döneceğiz, hadi bu gece de çıkalım"...


belki de 4 aydır yaşamadığım kadar güzel anlar yaşıyorum bu son bir ayda..
sınav dönemi olduğu halde, dışarı çıkmadığım kadar çok çıkıp geziyorum. 
hiç tanımadığım insanlarla tanışıyorum sürekli.
sınavlara girip çıkıyorum, ders çalışıyorum, dizi izliyorum, yeni yemekler keşfedip yemek yapıyorum ve yeni insanlarla ilk defa gördüğüm sokaklarda yürüyüşlere çıkıyorum..


kesinlikle aklımın ve kalbimin bir parçasını burada bırakarak geri döneceğim.
4 ay hiç de yeterli değil avrupada bir erasmus öğrencisi olmak için.
her şeyin keyfini gönlünce çıkarmak için..
yeni başlayanlara tavsiye: erasmus kesinlikle 2 dönemlik bir macera!


***


liege'de havanın bir güzel olup bir bozduğu bir döneme girmiş bulunmaktayız. 
sabah güneşli bir güne uyanıp, akşam eve dönerken sırılsıklam olma ihtimali mevcut bu sıralar..
pazar günleri nehir kenarında kurulan pazar her zamankinden daha cıvıl cıvıl oluyor artık. bahar öyle ya da böyle geldi de geçiyor bile.


uzun zamandır aynı katta ama farklı koridorlarda yaşayıp da yeni tanıştığım insanlarla yeniden keşfediyorum her yeri.
daha önce çıkmaya cesaret edemediğim Liege'in meşhur 375 basamağına gece yarısı çıkmaya karar verip yolun yarısındayken daha pişman olmak da bunun bir parçası. ama sonra, basamaklar kesmeyince daha da yukarı çıkıp La Meuse'e en tepeden bakmak da..
gecenin sessizliğinde her yer ayrı güzel sanki..
her yerin kendi büyüsü var..


ne kadar sıkılsam da bazen, ne kadar dar gelse de bazen sokaklar ya da La Meuse'e uzaktan her baktığım da sanki Boğaz'a ihanet ediyormuş hissine kapılsam da hala, seviyorum ben bu şehri. içinde yaşayanların bazılarının bile sevmediği, kimsenin pek de gitmediği, turistik hiç olmayan bu şehri.


ve gecenin bir yarısı, bir taşın üzerine oturmuş ayaklarımı aşağıya doğru sallarkan gökyüzüne bakıp o dizeleri hatırlıyorum:




sevmek mükemmel iş delikanlım.
sev bakalım...
madem ki kafanda ışıklı bir gece var,
benden izin sana,
sev sevebildiğin kadar.

20 Mayıs 2012 Pazar

sur la piste du marsupilami

erasmusa geldiğinden beri yalnızca bir kere sinemaya gittiğimi farketmem üzerine büyük bir hayalkırıklığına uğramamla başladı her şey. sonra bu duygumu benimle aynı sınıfta okuyan belçikalı bir arkadaşımla paylaştım. ardından kendisi benim için film arayışlarına girişti. fekat liege'de bulunan sinemaların neredeyse hepsinin dublajlı filmleri vardı. yani mesela, julia roberts'ın "mirror mirror" filmine gitmek istesem, julia roberts'ı fransızca konuşurken dinlemem gerekecekti. bu fikir pek çekici gelmeyince fransız-belçika yapımı filmlere baktık. lakin onlar da pek depresfi, pek karamsarlar.. fragmanlarını izlemesi bile yetti benim için..


üzerinden bayağı zaman geçti, sınav dönemi yaklaştı herkes not okuma, ders çalışma telaşesine düştü. ben tam "yalan oldu bizim sinema" diye düşünürken arkadaşım-saolsun- bana bu filmi gönderdi: 

"sur la piste du marsupilami". "marsupilami yolunda" diye türkçeye çevirebilirim sanırım. fragmanı izlediğim an kesinlikle bu filme gitmek istediğime karar verdim. ve gidip izleyince de bi müddet "marsupilami"nin etkisinden de çıkamadım. gerçekten çok eğlenceli, sürekli kahkaha attıran, izlenesi bir film. alain chabat ve jamel debbouze başrolde harikalar. ama ben en çok general pochero rolündeki lambert wilson'ı sevdim. film boyunca onun o şarkı/dans performansını asla unutmayacağım sanırım.

bu arada, benim de yeni öğrendiğim bir bilgi: marsupilami, ilk kez andre franquin tarafından 1952 yılında meydana gelen bir çizgi roman karakteri. sarı tüyleri, siyah benekleri ve upuuuzun kuyruğu olan, kocaman gözlü şirin bi yaratık. televizyonda da daha önceleri bir çok kez yayınlanan bu çizgi roman serisinin beyaz perdedeki ilk yansıması bu film. 

marsupilami ailesi
doya doya gülmek isteyenlere tavsiye eder; iyi seyiler dilerim. :)

23 Nisan 2012 Pazartesi

budapeşte günlükleri-3-

Budapeşte'de son sayılabilecek günümü yaşamak için erkenden uyandık yine. erken dediğim de aslında 11 buçuk. zira 2 gecedir epey geç yatıp epey erken kalktığımız için bugün kendimize biraz kıyak geçelim dedik:) gezilecek bir çok yeri gezip, yapılacak birçok aktiviteyi yaptıktan sonra bugüne yapılacak pek bir şey kalmamıştı zaten. şimdi düşünüyorum da, 3 günde nasıl bir başarıysa koca şehri karış karış ama tadına vararak gezmişiz. merkezde ve çevresinde turistik olan veya olmayan her şeyi gezmiş, görmüşüz. arkadaşlarım gerçekten çok başarılı birer rehber olduklarını da kanıtladılar bana. onların sayesinde unutulmaz bir gezi yaşamış oldum.

son günümüz dolayısıyla daha sakin daha rahat geçti. Kahramanlar Meydanı'na gidip etrafı biraz inceledikten sonra, hemen yakınındaki Şato da kendimi kaybetmekle zaman geçirdim daha ziyade: Şato Vajdahunyad!

Şato Vajdahunyad

muhteşem bir bina. tam da eski zamanlarda prenseslerin yaşadıkları tarzda. etrafında göl var ve ormanın içinde saklı kalmış adeta. orada oturup uzun uzun şato ve göl manzarasının keyfini çıkardık. işte benim Budapeşte'de en çok sevdiğim yer burası oldu. burada yaşama isteği doğdu içimde. çok büyük ama çok güzel bir hayal :)


Kürtöskalacs
ardından şehir turumuza biraz daha yürüyerek devam ettik. bir önceki gün gezdiğimiz Andrassy Caddesi'nden yine yürüyerek geçtik ve sonra da Avrupadaki en eski metro hattına binerek (1 numaralı sarı hat) tekrar Rue Vaci'ye geldik. alışveriş merkezlerinin olduğu merkeze. yapılacak başka bir şey kalmadığından mağazalara girip çıkarak vakit geçirdik diyebilirim. kızkıza vitrin alışverişi yaptık. ayrıca geleneksel bir Budapeşte lezzeti daha tattık: Kürtöskalacs!. tarçınlı, çikolatalı, karamelli, şekerli.. bir sürü farklı çeşitleri vardı. çok beğendim! 


ardından akşam yemeği için Agi'nin evine gittik. anneannesinin yaptığı "ratatuy" dan gönlümüzce yedik. ve tabiki vin rosé eşliğinde:) uzun uzun sofra muhabeti yaptık. beraber geçirdiğimiz yazdan ve sonrasından bahsettik. eski fotoğraflarımıza bakıp tabiki minik minik dedikodular yaptık. yıllar sonra bir araya gelen çok yakın arkadaşlardık biz. çok özlemiş olduğum ama özlediğimin o ana kadar farkında olmadığım. 


ve ertesi gün sabah 6'da uçağıma yetişmek için erkenden gittik eve. erken yattık ama uyku tutmadı. her şey fazla mı güzeldi sanki? 
ve Budapeşte gezimi daha da güzel hale getiren iki arkadaşım Agi ve Orşi'den öğrendiğim bir şey daha oldu o da Katy Perry'nin Firework klibinin Budapeşte'de çekildiği. benim gezdiğim yerlerde... ve bu video da o tatil ve o arkadaşlarım için gelsin bakalım:)


you're a firework
come on let your colors burst




budapeşte günlükleri-2-


buradaki 3. günümde yanicuma günü erkenden kalkıp bu sefer Buda tarafındaki Buda Şatosu'nu gezmek üzere yola çıktık. ama öncesinde harika bir kahvaltı ile güne başlamamak olmazdı tabi. Budapeşte peyniri, krem peynir, taze baget ekmeği, elma suyu, evde yapılmış reçel.. şimdi bile aklıma gelince mutlu oluyorum. belki normaladen farklı olarak ya da fazla olarak yediğimiz hiçbir şey yoktu ama o kahvaltı masasını "masa" yapan arkadaşlarım vardı...

şato gezintisi aklımdan hiç çıkmayacak bir anıya dönüşüyor. kralın heykeli, Matthias kilisesi, kraliyet evi, balıkçı hisarı, ulusal müze ve kütüphane... hepsi bir bölgede toplanmış ufak, daracık ve sempatik sokaklarla birbirine bağlanmıştı. hepsinin önünde ayrı ayrı, uzun uzun vakit geçirdim. keyfine vara vara. tadını çıkarırcasına..

özellikle balıkçı hisar'ndan hiç ayrılmak istemedim. bence Budapeşte'nin en güzel manzarasına sahipti. tüm Tuna Nehri, köprüler, ada... kısacık tatilimde yaşadığım tüm anılarım hepsini bir fotoğraf karesine sığdırabiliyordum orada durunca. 

Tuna Nehri üzerindeki ada

orada yeterince zaman geçirdikten sonra ise, tepeden aşağı inip, zincirli köprü'den geçtik. Budapeşte'nin en meşhur köprüsüydü. rivayete göre köprüyü inşa yapan mimar çok mükemmeliyetçiymiş. her şeyin kusursuz olması için uğraşmış nitekim de neredyese her şey kusursuz olmuş. yalnızca köprünün başında duran aslanların ağızlarında dilleri yokmuş. bunu çok sonra farkeden mimar ise dayanamayıp kendi yaptığı köprüden atlamış. evet, böyle bir şehir efsanesi dolaşmakta. 

köprünün ardından St. Etienne Bazilikası'na gidip orada çok sevilen Kral Stavan'ın sol kolu görmüş olduk. yıllarca saklanıp muhafaza edilmiş. ve şuan da, en çok ziyaret edilen şey olabilir bence. ardında Tuna Nehri boyunca uzun ve güzel bir yürüyüş yaptık. hafif bir rüzgar ve akşam üzeri güneşi eşliğinde.. etrafta onlarca turist vardı benim gibi. her  biri o şehri kendilerince gezip, kendilerince anılar biriktiriyordu. her biri evlerine dönünce daha başka anlatacaklardı. kimbilir nasıl..

Sugar Shop
Sugar Shop










yol bizi en sonunda Andrassy caddesi'ne çıkardı. bu arada söylemem gereken bir şey var ki o da Budapeşte2de toplu taşımanın çok çok çok gelişmiş olduğu. metro, tramvay, treleybüs, otobüs hepsi sık sık işlemekte. hatta gece geç saatlere kadar. biz de sürekli tramvar ve metro kullanarak hem zamandan tasarrufta bulunup hem de daha az yorulmuş olduk. 


andrassy caddesi uzun ve geniş bir cadde. etrafında çok şık ve pahalı mağazalar var. genelde Paris'teki Champs-Elysees'ye benzetiliyor. ama benim için bu caddeyi önemli yapan en önemli şey tabi ki "sugar shop"tu. i-na-nıl-maz bir yer!! rüya gibi. masal gibi. her türlü tatlı, macaron, cupcake, hediyelik eşya, şeker, çikolata vs'nin bulunabileceği bir yer. orada muzlu-çilekli bir pasta yedikten sonra bir kaç tane de makaron aldık ve yolumuza kaldğımız yerden devam ettik. ama içerideki tüm o süslerin hepsinde aklım kaldı. gerçekten kaldı. 

yine yorucu bir günün ardından eve dönüp akşam atıştırmalarımızı yaptık ve gece Budapeşte'nin en önemli ve ünlü barlarını gezmeye çıktık. Szimpla bunlardan biriydi. iç dekorasyonu çok yaratıcıydi. Budapeşte'deki eski evleri bazı yerler kiralayıp içini ilginç bir şekilde dekore edip bar haline getiriyormuş. eve girdiğinde geniş bir salon, üst katında hemen ortada bir boşluk ve etrafında minik minik bir sürü oda. etrafta birbirinden uyumsuz eşyalar, tablolar, değişik heykeller ve hatta arka bahçede ufak bir Vosvos. evet, resmen masa niyetine Vosvos kullanılmış. içindeki koltuklara insanlar oturmuş ve içkilerini içip sohbet ediyorlar. çok çok yaratıcı ve harika bir buluş bence!

biraz daha turlayıp, bunun gibi aynı konsepte birkaç yer daha gezdikten sonra Budapeşte'deki 4.günüme uyanmak için eve gidip uykuya daldık. 

budapeşte günlükleri-1-

nisanın ikinci haftasındaki paskalya tatili için plan yaparken Ryanair'in sayfasındaki ucuz uçak biletlerini görmemle başladı her şey. gidiş-dönüş 50 euro'ya Belçika Charleroi'dan Budapeşte havaalanına uçuş biletleri.. 11 nisan ve 15 nisan tarihleri arası için..

biletleri görünce aklıma 3 sene önce Fransa'da bir yaz kampında tanıştığım arkadaşlarım geldi. Orşi ve Agi. ikisi de aslında Budapeşte'ye trenle yaklaşık 1 saat uzaklıkta bulunan Györ adındaki kasabada yaşıyorlardı ama üniversiteyi kazanınca Budapeşte'ye yerleşip haftasonları ailelerinin yanlarına gidip gelmeye başlamışlardı. 
hem değişik bir Avrupa ülkesi gezmek amacıyla hem de yıllardır görmediğim; 3 sene önce yazın 1 ayımızın 7/24 beraber geçirdiğim ve ayrılırken "mutlaka yine görüşeceğiz" dediğim arkadaşlarımı bir daha görmek amacıyla o biletleri alıp 11 nisan tarihi heyecanla beklemeye başladım.

3 senedir görmediğim, sık sık bile konuşup haberleşmediğin insanlarla 3 sene sonra bir araya gelip ne konuşabilirdim ki? ya konuşamazsak, ya sessiz kalırsak...? açıkçası bir ara epey heyecanlandım. merak sardı içimi.. ve uçaktan inip havaalanına gelip Orşi ile karşılaşana kadar da gitmedi içimdeki meraklı duygu.

ama ne zamanki havaalanında karşılaştık, birbirimizi görünce koşarak sarıldık ve gözlerimiz dolu dolu "çok özlemişim" dedik, işte o zaman anladım: gerçek arkadaşlıklar arasına ne kadar mesafe, ne kadar zaman girerse girsin hiç eksimiyor.

daha o gün ilk adımda orada olduğum için inanılmaz bir mutluluk doldu içime. "iyi ki gelmişim" dedim. ve bunun, hayatımda yaşayacağım en güzel tatillerden biri olacağını daha orada, ilk adımda anladım.

o akşam hemen Orşi'nin evine gidip biraz bir şeyler yiyip biraz da sohbet edip erkenden uyuduk. zira ertesi sabah, arkadaşımın zorunlu bir dersine girmesi gerekiyordu ve ben de onunla o derse girmek istedim. Budapeşte'de "Eötvös Lorand Üniversitesi'nde" 20. yüzyıl Fransız Edebiyatı dersi. ilginç bir deneyim olabilirdi:)

ertesi sabah derse girdik. yaklaşık 45 dakika sürmesi beni epey şaşırttı. İstanbul'da kendi okulumda 3 saat süren felsefe derslerinden sonra, 45 dakikalık edebiyat dersi çıtır çerez gibiydi adeta:)
ders sonrası şehir turumuz hemen başladı. bu sefer Agi eşlik etti bana. Budapeşte'de Peşte bölümde 7.bölgede gezindik. merkez olarak tabir edilebilecek önemli bölgelerdendi. oradaki Sinagog'u ve National Museum'a gittik. özellikle müzenin bahçesini çok sevdim. uzuun uzun ağaçlar altında, uçuşan yapraklar arasında, ıhlamur kokulu keyifli bir bahçeydi.

Fovamteri Piac
sonra kapalı çarşıları Fovamteri Piac 'ı gezdik. 2 katlı geniş bir çarşıydı. alt katında sadece yemek içmek için ürünler satılıyordu. geleneksel Macar lezzetleri, şarapları, alkolleri..vs. üst katında ise turistik/hediyelik eşyalar..
bardaklar, buzdolabı magnetleri, danteller, kartpostallar..vs. sanırım üst katı yeterince sindire sindire gezdikten sonra kendim ve arkadaşlarım için magnetler, kartpostallar,küçük shot bardakları aldım. yeterince almışımdır diye düşünüyorum:) alışveriş yaparken kendime hakim olamama gibi bir durumum var.




Yeşil Köprü

biraz daha dolandıktan sonra Yeşil Köprü'nün üzerinden geçip Buda tarafına geldik. orada önemli kaplıcalardan biri Holler Gallert'i gördüm. Budapeşte kaplıcaları ile de ünlü bir şehir. hatta şehrin birkaç yerinde Osmanlılar'dan kalma Türk hamamları da bulunuyormuş.






biraz daha dolanıp bu sefer de Tuna Nehri üzerinde bulunan Margeret Adası'na geçtik. adaya ulaşım çok kolay. tramvaydan indikten sonra biraz yürüyünce ada merkezine gelmiş oluyorsunuz. ada sanki sportif faaliyetler için bulunuyor orada. büyük bir spor merkezi ve bir de yüzme havuzu bulunmakta. bununla birlikte ada merkezinde ve etrafında koşan, yürüyüş yapan bir çok insan görülebilinir. ufak bir de kafesi var. bir de hostel bulunuyor ama sanırım epey eski. içini görmedim ama dışı pek memnun etmedi beni. adaya gittiğimiz gün soğuk ama güneşli bir bahar günü olduğu için, ufacık adaya olan sevgim kat kat arttı. baharın etkisiyle ağaçlarda açan çiçekler etrafa güzellik katmıştı. filmlerden kalma sahneler, her yerde mutlu insanlar, tatilin tadını çıkaran bir kalabalık... güzel ve mutlu bir adaydı burası. sanırım en sevdiğim yerlerden biri oldu.

Gerbeaud
ufak ada turu sonrası, tekrar Peşte'ye dönüp bu sefer alışveriş merkezlerin olduğu sokakları gezdik. bildiğim ve sevdiğim her türlü mağaza tam karşımdaydı ama tabiki benim hepsine uzaktan bakmam gerekiyordu. kısa bir turdan sonra Budapeşte'nin ünlü pastahanelerinden birine oturduk ve geleneksel bir Budapeşte lezzeti tattık. "Gerbaud" hem lezzetleri, hem de mekan tasarımı ile gerçeten çok şık bir yerdi. hatta inanılmaz şıktı. aklım hala orada kaldı diyebilirim:)

Parlemento Binası
bu lezzetli duraklamadan sonra Parlemento Binası'nı görmeye gittik. bina gerçekten olabilecek en ihtişamlı, en büyüleyici, en etkileyici, en.. en.. en.. binaydı. uzaktan bakılıp hayallere dalınası ve bir daha o hayalden hiç çıkılmayasıydı.. çook uzak bir ülkede, uzak ülke prenseslerinin yaşadığı şato gibiydi. bu kadar hayalden sonra binanın etrafını biraz daha gezip artık yorgun düştüğümüzü farkedip eve dönmeye karar verdik. zira akşam da Budapeşte gezimiz son sürat sürecekti. kızlar ben geliyorum diye düşünüp taşınmış, en güzel planı yapıp benim için gerçekleştiriyorlardı. akşam da çok çok eğlenceli vakit geçirdik!





24 Mart 2012 Cumartesi

Festival Bach

23 mart 2012 cuma akşamı...

mevsimin eksi derecelerden bahara göz kırptığı bir zaman aralığı
havada özlemenin, sevmenin, hasretin, hüznün, sevincin, merakın... temiz nefesi esiyor.
saçlarımda istanbul'dan gelen kokular var. her bir teli ayrı ayrı kokuyor saçlarımın.
liege'de akşam saatleri daha bir huzurlu oluyor.

ne garip! bunu buraya geldikten neredeyse 2 ay sonra fark ediyorum ben de.
üstümde yeni aldığım ince bir trençkot (bundan sonra hep liege'i anımsatacak, eminim) boynumda bu yılbaşından hediye kırmızı bir atkı ve ayağımda spor ayakkabılarım. hafif hafif, sallana sallana yürüyorum. okula gidiyorum akşam 7 suları...

saat 6dan sonra hayat duruyor sanki ve ben saat 6dan sonra sanki daha yeni yaşamaya başlıyorum. bu cuma akşamı, üniversitede olmamın çok başka sebebi var ve bu güzel bir sebep, biliyorum.

okulun kapısında bir afiş : Festival Bach. bir hafta boyunca yapılacak klasik müzik konserlerinin duyurusu.
büyük bir hevesle içeri giriyorum. konseri beraber dinleyeceğim arkadaşımla buluşuyoruz. biletleri ve programı alıp içeri geçiyoruz: Salle Academique.

üniversite yaklaşık 300 yıl evvel kurulduğunda derslerin işlendiği son derece tarihi ve önemli bir salon burası.
yalnız dinletinin başlamasına 5 dakika kala salona adım attığında müthiş bir hayal kırıklığı yaşıyorum. yaklaşık 200 kişilik olan dinleti mekanında neredeyse 20 kişi var ya da yoktu. okulun öğrencilerine özel indirim de düzenlediği ve çok önceden afişlerini her tarafa astığı bu dinletiye okul öğrencilerinden ise sanırım katılan bir tek ikimizdik.

böyle dinleti ve faaliyetlerde beni üzen şeydir bu: kendini geliştirmesi, aşması, sürekli yeni şeyler keşfetmesi gereken "genç" kitle nedense bir anda ortadan kaybolur. arka sokaktaki parti ya da 2 cadde aşağıda bir yerdeki eğlenceye gitmek daha caziptir her zaman. Bach dinlemek ya da enfes bir tiyatro oyunu izleyip arınmak zor olduğundan olsa gerek, içip içip her şeyi unutup "deli gibi" eğlenmek istenir genellikle. araya zaman zaman da "Bach" katılmak istenmez sanki..

genelde 50-60 yaş civarı teyzeler ve amcalar, en şık takımların giymiş gelmişlerdi. bazıları arkadaşlarını getirmiş yanında bazı eşlerini... bizim biraz yakınımızda oturan bir kadın çocuğuyla beraber gelmişti. dinletinin özellikle 2. kısmında kızın sıkıntıdan patladığını görmek pek de zor olmadı.

anne-kız dışında dikkatimi çeken bir grup daha oldu. bir aile 4 kişi beraber gelmişti sanırım. anne-baba ve bir kızla bir çocuk. kızın konsere olan ilgi alakası gözlerinden okunamasa da, çocuğun ilgisi ve hevesi okunur cinstendi. özellikle bazı anlar sadece onu izledim. her bir notaya eşlik ediyor ve yüzündeki kocaman gülümsemeyle sanki burada değil de, buradan çok uzaktan dinliyordu Bach'ı. çocuğun bu ilgisinin ailede babasından geldiğini düşünmem pek yanlış olmazdı sanırım. müzisyen dinletiyi bitirip selamını verdikten sonra 4 kere yeniden selama çağırdı alkışlarıyla babası. hiç durmadan hevesle alkışlamasıyla..

ben mi?
ben rüya gibi bir akşam yaşadım o gece. notalar tahmin etmediğim kadar iyi geldi. güzel geldi. ortamın havası her zamankinden daha çok çekti içine beni. karşımda ud ile Bach çalan bir müzisyen, loş ışıklar, tarihi bir salon.. ve yanımda neredeyse sadece 2 aydır tanıdığım, aslında aynı dile bile konuşmadığım tanıdık bir yabancı.. her zamankinden daha çok ben gibi hissettim kendimi o gece.

23 mart 2012.. cuma akşamı.
yatağa yattığımda içimde huzurlu melodiler ve buraya gelirkenki amaçlarından birine daha bir tik atmış olmanın verdiği haz..
iyi geceler dedim kendime..
herhangi bir dilde.

20 Şubat 2012 Pazartesi

karnavalkarnavalkarnaval

hayatımda gittiğim ilk karnaval olmaları sebebiyle Maastriht ve Eupen Karnavalları'nın bendeki yerleri çok özel oldu.


tam tabiriyle 7'den 70'e herkesin katıldığı, karnaval olayını ciddiye alıp binbir çeşit kostüm giydiği müthiş bir ortam vardı. öncelikle 19.02.2012 pazar günkü Maastricht Karnavalı'ndan başlayayım:


dondurucu soğuğa rağmen karnavalın yapıldığı meydana geldiğimizde rengarenk giysileri içindeki insanları görünce bizim de içimize bir sıcaklık yayıldı hemen. sadece lafın gelişi değil, gerçekten de 60-70 yaşındaki teyzelerin amcaların kafalarında fosforlu turuncu peruk ya da üstlerinde prens/prenses kostümleri ile sokaklarda görmek zira benim pek alışık olmadığım bir şeydi. benim babaannem yaşındaki kadınların mini etekler, topuklularla ellerinde davullarla geçit töreninde en önde yürüdüğünü görünce ister istemez şaşırdım. çünkü muhtemelen babaannem şu an evde çayını demlemiş televizyondaki dizisini izliyordur. ülkeler, coğrafyalar, kültürler değiştikçe hayat standartı ya da başka bir deyişle yaşam tarzları da değişiyor sanırım. aynı şekilde, daha bebek arabasında uyuklayan çocuklara palyaço kostümü giydirip 0 derece soğukta karnaval ortamına sokmak da pek bizim ülkemizde görülebilecek bir özellik değil sanırım. akşam saat 9-10 gibi karnaval geçidi sonrası insanların eğlendiği tıklım tıklım dolu barlarda bile babalar çocuklarının ellerinden tutmuş müzikte hep birlikte dans ediyordu. kıskanmadım desem yalan olur sanırım. bu kadar rahat, eğlence ve enerji dolu bir ortamda yetişen çocukların yerinde olmayı gerçekten çok istedim.


en sevdiğim çift!
meydanda (adını hiiiç hatırlamıyorum) biraz vakit geçirmeye karar vermiştik ki bir anda -bir arkadaşımın deyimiyle- gökten kar değil, kardan adam yağmaya başladı. iri iri taneler halinde bastıran dolu, epey süre yağdı ve ilk 10 dakikada her taraf bembeyaz oldu hemen. sonrasında ise pamuk kıvamında ama yine iri iri yağan kara aldırmayıp kendimizi sokaklara attık biz de. her çeşit insanın bulunduğu, müziklerin yankılandığı bir ortama bir de "kar neşesi" gelince masalımsı bir havaya büründü karnaval. benim için gerçekten de masal kıvamında ilerledi ondan sonra her şey.


geçit töreninin yapılacağı sokağın hemen başında yerlerimizi kaptıktan ve fotoğraf makinelarımızı ayarlardıktan hemen sonra yürüyüş de başladı. farklı grupların bando takımları farklı ritimlerle önümüzden geçmeye başladı. her renkten grubu görmek mümkündü. en güzeli de teyzeler, amcalar, ufak bebeklerin neşe içinde etrafa selam verip geçerken hep bir ağızdan benim bilmediğim şarkıları söylemeleriydi. 


yürüyüş bittikten sonra ise herkesin elinde mutlaka en az(!) bir bira dans edip, herkes deli gib oynamaya başladı. hayatında birayı hiç sevmeyen biri olarak ben, insanlardaki bu bira aşkını henüz anlamış değilim. tüm gün boyunca bir kutu birayı bile bitiremedim...



herkesin bu karnaval olayını bayağı ciddiye alıp özenmesi  ne hoş... 
Maastricht'teki büyük karnavaldan sonraki gün, okulun Erasmus grubuyla Belçika'nın doğusunda, Alman bölgesinde bulunan Eupen şekhrindeki karnavala gittik. gittiğimizde karnaval takımları yerlerini almak için ilerliyorlardı. yolun hemen kenarına dizilip onları izlemeye başladık. fakat bu sefer, dünden farklı bir şey oldu: arabalarla, bisikletlerle ya da ellerinde ziller, davullarla geçen, şarkı söyleyen insanlar bir yandan da yol kenarında duranlara şeker çikolata gibi şeyler atıyorlardı. aslında çocukları mutlu etmek için yapılan bu hareket bir yerden sonra yalnızca bizim işimize yaramaya başladı. yerlere savrulan şekerleri, çikolataları kapma yarışına girdik adeta. çocukluğumdan beri "yerde bulduğun şey yenmez" diyerek büyütülen ben, bildiğim, öğrendiğim ne varsa onları unutup yerdeki şekerlere saldırmaya başladım. biz de çocuktuk nihayetinde. hepimiz. üzerimizde değişik maskeler, bazılarımızda kostümler, bazılarımızın yüzündeki boyalarla içimizdeki çocuk el çırpıp zıplamaya başladı.




bir önceki eğlence dolu karnavala kıyasla, biraz daha ufak çaplı ama -küçük olmasının belki de avantajı- daha iyi organize, daha sakin bir karnavaldı Eupen Karnavalı. karnaval bitimindeki 'after party'e katılamadığım için (yorgunluktan ve soğuktan yürümeyi unuttum) elleirnde biralarla dans eden çok fazla insan görme şansım olmadı. yürüyüş esnasında da herkes geçitteki insanlara ve onların kostümlerine, müziklerine odaklanmıştı adeta. belki de Eupen'in küçük ve sessiz bir şehir olmasından kaynaklanıyordur burada karnaval daha sakin ama yine de aşırı eğlenceli geçti.







7 Şubat 2012 Salı

bir erasmusun anıları.

belçika'ya ilk geldiğim gün belçikalıların bile görmediği karı-kışı-soğuğu getirmek bana mahsus bir özellik galiba. geldiğim gün yüzümü kesen rüzgarın aslında bir başlangıç olduğunu yurt görevlisinden öğrendim. " bu havalar normal; haftasonu -20'lere düşecek sıcaklık" cümlesi hala beynimde yankı buluyor. nitekim haftasonu hakikaten de -20'ye varan hava sıcaklığı ile aram hiç de iyi olmadı. 


ama ondan önce geldiğim yeri biraz detaylandırayım. belçika'nın wallon bölgesinde fransızca dışında ingilizcenin bile pek konuşulmadığı, almanya sınırına yakın, orta büyüklükte, kendi kendine yetebilen tatlı bir şehir Liege!


belçika'nın önemli şehirlerinden biri. öğrencilerin ve üniversite hayatının yoğun olmasından dolayı sosyal ve kültürel faaliyetler açısından çok şanslı bir yer. neredeyse birkaç sokakta bir, ufak da olsa tiyatro, sinema, konser alanları var. liege üniversitesi'nin kampüsünün de bulunduğu ve onun çevresindeki bir sürü alışveriş merkezi, mağaza, süper market ve bunun gibi dükkanların olduğu meydan, merkez olarak kabul ediliyor. her şeyi her an bulabileceğiniz (pazar günleri hariç ve haftaiçi de 6ya kadar) dükkanlar gerçekten istanbul'un sokaklarını aratmıyor. ayrıca neredeyse tüm erasmus öğrencilerinin takıldığı "le caree" ise "barlar sokağı"nın başka bir versiyonu sayılabilir.


liege üniversitesi yeni gelen erasmus öğrencilerini şehirlerine ve okula adapte edebilmek için gerçekten bayağı efor sarf ediyor. ilk hafta ardı ardına düzenlenen welcome part'ler ya da tanışma-kaynaşma günleri amacına ulaşıyor denilebilir. 


fakat yine de, ilk defa tek başına yabancı bir ülkede yaşamaya gelen biri için erasmus hayatı pek de eğlenceli başlamıyor sanırsam (tecrübeyle sabit). ilk başta yalnızlık ya da yabancılaşma hissi sizi asosyalleşmeye sürükleyebilir. dikkatli olmak lazım. tam da "sanırım burada yalnızlıktan ölücem." dediğim bir andai, fikir değiştirip bir kaç kişiyle tanışmak için odamdan dışarı çıkmasaydım cidden yalnızlıktan ölebilirdim.
ama şimdi, gittikçe yaşadığım yerin kültürüne ve insanlarına alışmaya başladıkça ve yeni yeni kişilerle tanıştıkça erasmusun güzelliklerini keşfetmeye başlıyorum denilebilir.


yaşadıkça güzelleşeceğini umduğum belçikadaki erasmus günlerim henüz başladı. ve çok yakında devamı gelecek:)



15 Ocak 2012 Pazar

bir gün.


Günlerden bir gün buluşmaya karar versek seninle. Bir cumartesi sabahı kalkıp hazırlansak çabucak. Saat 11:17’de Bebek’te o çay içtiğimiz yerde buluşsak. “Öyle buluşma saati mi olur?” deme. Oluyor işte.

Benim elimde 2 tane simit, gelirken almış olsam. Sen de 2 tane çay söylesen. Demli ama. Simitleri aldığımız peynirlere batırıp batırıp yesek ve her lokmadan sonra elimiz çay bardağına gitse. Boğazın serin bir öğlen saatinde, İstanbul’un karşı yakasına bakıp bakıp kahvaltı etsek keşke. 1 lokma simit, 1 yudum çay ve 1 tane sen, 1 tane de ben. Baksak, konuşsak, gülsek beraber.

Simit-çay keyfi bitince de yürümeye başlasak. Kaybolsak o insan deryasının içinde. Göz gözü görmese, etraf ana-baba günü olsa da birbirimizi bile kaybedecek olsak. Kaybetmesek ama asla.

Saat 14:03 olsa ve biz uzun uzun yürüyor olsak. Biraz daha yürüsek. Havada nev-i şahsına münhasır bir esinti olsa ama güneş daha da inatla ısıtsa içimizi. Taa derinlere inse gün ışığı. Derimizden geçip kalplerimize ulaşsa keşke. Yürüdükçe ısınsak daha çok; biz ısındıkça hava esse.

14:49’da Ortaköy meydanına varsak. Bu kadar yorgunluğa illa ki bir tatlı yemek gerekse. Her zaman yediğimiz yerden 2 waffle söylesek biz de. Her zamanki gibi. “Her zamanki gibi” tabi. Çılgınlık yapmıyoruz ki. Bir farklılık peşinde değiliz ya da macera aramıyoruz biz. Waffle yiyoruz sadece. Hepsi bu.

Sahilde bir banka otursak sonra, İstanbul’un o güzel öğleden sonrasında. Biraz senden, biraz benden sonra da bizden konuşsak. “Biz”den konuşmazsak olur mu hiç? Alınmaz mı “biz” bize?

Çok konuşsak bu sefer. Daha da çok. Biri gelip bizi uyarsa en sonunda. “Çok konuştunuz, susun artık.” dese. O kadar konuşsak yani. Ben bankın sağ tarafında, sen sol; güneş batsa Boğaz’ın öbür ucunda.
Ve sonra sussak. Yavaş yavaş kalkıp günümüze kaldığımız yerden devam etsek. Ağır ağır yürüsek.  Nereye gideceğimize sen ve ben değil de, “biz” karar verse. Kalbimiz ve ayaklarımız götürse sadece bizi ve biz daha önce hiç bilmediğimiz bir yerde bulsak kendimizi…

Ufak bir kulübenin önünde 3-4 tane büyük sandıklar atılmış olsa yere. Etrafında da 3-4 tabure. Sandıkların üstü eski gazete kağıtlarıyla örtülü olsa ve ah keşke, keşke üstlerinde de çay bardağında rakı olsa. İnce belli bardakta… Yarıya kadar doldurulmuş rakılar. Yanında beyaz peynir, biraz da kavun. Başka hiçbir şey olmasa. Yetmez mi ki zaten?

Saat 19:27’de gelsek otursak buraya. “O nasıl bir saat öyle?” deme. Öyle bir saat işte. Gelsek otursak. Nereden, nasıl geldiğimizi bilmeden, davetsiz bir misafir edasıyla…

Bizden başka herkes tanıdık olsa. Sanki 40 yıllık ahbaplarmış gibi hitap etseler keşke birbirlerine. Samimi konuşmalar, cana yakın cümleler uçuşsa etrafımızda keşke. Gülüşmeler olsa…

Biraz yakınımızdaki dalga sesleri, bastırsa sonra bu gülüşmeleri. Kıyıya yanaşmış takaların arasından, yakamoz ilişse gözümüze. Yan yana otursak ve biz hala susuyor olsak. Susarak baksam yüzüne uzun uzun. Sana baksam keşke. Sadece dolunayın aydınlattığı yüzüne.  Sadece susarak “Bugün çok güzeldi.” desem sana ve sen de susarak cevap versen bana. Biz susarken arkadan müzik sesi gelse kulaklarımıza. Dalgalar da sussalar saygılarında. Yakamozlarla beraber hep birlikte o müziği dinlesek keşke.

Öyle bir gün geçirsek seninle. İstanbul'da değil de, İstanbul'u yaşarcasına bir gün.  Birbirimizi yaşarcasına bir gün. Öyle bir gün işte.

Hani..

Yani…

Boşver…

Neyse.