5 Aralık 2011 Pazartesi

Lokma!!



içeri adım attığınızda kendinizi misafirliğe gitmiş gibi hissettiğiniz bir yer düşünün. en arka duvarında boydan boya kaplanmış, içi her çeşitte farklı farklı kitaplarla, dergilerle dolu bir kütüphane... uzun ve şık tahta masalar; onlara yakışan tahta sandalyeler... İşte Rumelihisarı'ndaki "Lokma" aynen böyle hissettiriyor size. Tüm bu dekorasyon loş bir ışıkla da birleşince kendinizi hem şık hem de samimi bir eve girmiş hissiyatına kaptırmamak elde değil zaten.


İçeride oturmayıp dışarı-balkon- kısmını tercih ederseniz de, dünyanın belki de en güzel manzarası eşliğinde Boğaz'ın öbür kıyısına bakıp çayınızı yudumlama şansına sahip olursunuz. Ya da  Rumelihisarı'nın görüntüsü eşliğinde güzel bir pazar kahvaltısını da tercih edebilirsiniz.


Menüsü birçok yerle kıyaslandığında diğerlerine göre daha farklı ve daha çeşitli olduğunu anladığınız mekan; menemenden ana yemeklere, böreklerden sufleye kadar her alandan tatlar öneriyor ziyaretçilerine. 


Benim burada en çok sevdiğim ve gördüğümde uçurtma görmüş çocuk gibi nedensiz sevindiğim detay ise, dışarıda açıkta duran renkli buzdolapları oldu. kırmızı ve siyah renkte iki nostaljik buzdolabını kapının yanına, en görünen yere yerleştirmişler. Onlar, mekanın bir numaralı müşterisi olmuş adeta:) 


Geçen hafta ilk defa gitme fırsatını bulabildiğimde, kıymalı kol böreği ile demli çay içip Boğaz'ın temiz havasını içime çektiğim huzurötesi bir yer oldu "Lokma". Hele ki yanınızda çok sevdiğiniz, muhabbetine doyamadığınız bir arkadaşınız da varsa ve her bardak çayda yaşadığınız şehre biraz daha sevgi hissediyorsanız...




28 Kasım 2011 Pazartesi

Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi

7 yaşındaki kıza kalp nakli yapmışlar ve gazeteciler kıza "Nasıl hissediyorsun?" diye sorduklarında böyle yanıtlamış küçük kız onları: " Önce bir boşluk oldu kalp gidince, ama şimdi iyi."


İşte bu cümle oyunun başından sonuna kadar etkisi altına aldı beni. Sarıp sarmaladı beni ve hatta bütün bir oyunu. 75 dakika boyunca aklımdan çıkmak bilmedi. cümlenin içindeki kelimelerin anlamlarını düşündüm uzun uzun. öznenin, yüklemin ne ifade etmek istediğini hayal ettim hep...


Sahnede ise oyun en akıcı ve en hareketli haliyle devam ediyordu. olaylar 3 ayrı yatakta geçiyordu. her bir "yatak sahnesi" ise ayrı bir zaman dilimini gösteriyordu. ve güzel olan şuydu ki; baştan sona lineer bir çizgisi yoktu zamanın. en son sahnede -yani ortadaki yatakta- olayların en başına götürüp, oracıkta bırakıyordu bizi. 


Dijana'nın öyküsü anlatılıyordu sahnede. Ukrayna'dan bir arkadaşının sözüne güvenip gelmiş, Karaköy'den Türkiye sınırlarına giriş yapmıştı. daha sonra Mustafa ile tanışıp aşık oluvermişti ona. başına geleceklerden habersiz güvenmişti aşık olduğu adama. Hikaye bu güven konusundan başlıyor ve devamını ise tahmin etmek pek de güç olmuyor. Lucy Kirkwood'un yazdığı oyunun aslında Afrika'dan İngiltere'ye gelmiş bir kadın yer alsa da, oyun kolayca Türkiye'ye uyarlanmış. hatta ve hatta İstanbul'dan semt isimleri, süpermarket isimleri, yerli sanatçıların şarkıları kullanılmış ki bu da oyunun gerçekçiliğini arttırıyor bana kalırsa.


Tüm oyun boyunca en çok dikkat edilmesi gereken şey ise -bence- şüphesiz ki başroldeki oyuncunun başarısıydı. Esra Bezen Bilgin müthiş bir performans sergiliyor. oyunun başından sonuna kadar Ukrayna aksanıyla konuşuyor. neredeyse tek başına sürdürdüğü oyunda zaman zaman güldürüyor; zaman zaman insanın içini eziyor. ki zaten oyunun bu hareketli temposu da onun bu başarısından kaynaklanıyor. oyunun 15-20 dakikalık bir bölümünde Esra Bezen Bilgin'e Güliz Gençoğlu eşlik ediyor ve ikisi bir arada daha da harika bir performans sergiliyorlar.


İnsan tacirliğini, seks işçiliğini, anneliği, verilen kayıpları, yaşanan acıları, güveni, aşkı, umudu, umutsuzluğu işleyen bu oyunda rahatsız olduğum/gerildiğim bazı sahneler olsa da, en nihayetinde tüm bu çarpıcılığın kaynağının zaten o sahneler olduğunu anladım. izlemesi yer yer zor ama kesinlikle izlenesi bir oyun!


Son olarak oyunun tanıtımlarında da yer alan ve bence oyunun en vurucu repliklerinden biri:
“Aslında çok komik bir şey var, ben kaç para ettiğimi biliyorum. Kaç kişi söyleyebilir bunu? Üç bin dolar ediyorum. Çünkü Mustafa, benim için o kadar ödedi. Yani tam iki buçuk iphone.”




NOT:Oyun Talimhane Tiyatrosu'nda oynanmakta ve sınırlı bir süre için de olsa İKSV Salon'da her pazartesi gösterilmektedir. 

27 Kasım 2011 Pazar

Dedemin İnsanları


Uzun ve sohbet dolu sofralar, üzerinde çeşit çeşit mezeler, yarı dolu kadehler, kahkahalar, sevinçler, hatıralar, gözyaşları…
Ege’de küçük bir sahil kasabasında geçen bu film, beni sinema salonundan alıp adeta o rengârenk evlerin, daracık sokakların olduğu yere götürdü. Dışarıdaki fırtınalı havaya inat öğlen güneşi gibi ısıttı içimi.  Çalan müzikler hiç gitmediğim o yabancı ülkenin rüzgârını getirdi burnuma. Hani o denizaşırı olan. Neredeyse iki kulaçlık mesafede bekleyen ülke…
O ülke ile kendi vatanın arasında hiç bitmeyen bir dava, o davanın orta yerinde, hayatının en büyük dersini dedesinin tek bir bakışından alan bir çocuk ve onun dedesi…

Çağan Irmak’ın yönetmenliğinde ve birçok başarılı oyuncunun emeği sayesinde yine “unutulmaz” bir film olmuş Dedemin İnsanları. Anlattığı hikâyeyle, karakterleriyle adeta imzasını atıyor Çağan Irmak. Baştan sona rengârenk akan, güzel ayrıntılarıyla; güldüren, hatırlatan ve aynı zamanda göz dolduran bir film bu…
Dede rolündeki Çetin Tekindor, her zamanki gibi kendine hayran bırakıyor. Oynadığı her rol gibi bunu da üzerine tam oturtuyor başarılı oyuncu; eğreti duran hiçbir şey yok. Anneanne rolündeki Sacide Taşaner de aynı şekilde, rolünün hakkını fazlasıyla vermiş. Son derece gerçekçi duruyor beyazperdede; sahte olan bir şey yok. Filmde beni en çok şaşırtan ve etkileyen şeylerden biri ise Gökçe Bahadır’ın rolü ve oyunculuğu oldu. Yıllardır onu aynı tarzda, aynı rolde görmüş olmaktan ötürü sanırım, bu Ege havasını çok yakıştırdım onaJ

Ayrıca beni sevindiren bir diğer şey ise, hayranlıkla izlediğim üç oyuncunun, hayranı olduğum Çağan Irmak’ın filminde rol alması oldu: Mert Fırat, Ezgi Mola ve Yiğit Özşener. Mert Fırat ve Ezgi Mola’ya yunanca konuşmak bence yakışmış.

Mekânları, müzikleri, oyuncuları, hikâyesi… Hepsi özenli, hepsi harika! Ama tüm bunları bir kenara bırakıp baktığımda da bu filmi sevmek için çok iyi bir nedenim var:

Bu film benim de dedemin filmi olmuş adeta. Şu an nerede olduğunu bilemediğim, belki de bilmekten çekindiğim dedem… Çocukluğumda bana karne parası veren, tatillerde elimden tutup gezdiren, beraber oyun oynadığım, ilk rakımı içerken kadehimi tokuşturduğum dedem…
“Belki o da geçmişte kaybettiği anıların peşinden gitmek istemiştir, belki o başarmıştır.” diye geçiriyorum içimden.
Film bitince bir yumruk oluyor içimde söyleyemediğim her söz; ağlayamıyorum.

Çağan Irmak’a çok teşekkür ediyorum ve artık ben de kağıtlara mektup yazıp, onu şişelere koyup dedeme yollamanın hayalini kuruyorum.