15 Ocak 2012 Pazar

bir gün.


Günlerden bir gün buluşmaya karar versek seninle. Bir cumartesi sabahı kalkıp hazırlansak çabucak. Saat 11:17’de Bebek’te o çay içtiğimiz yerde buluşsak. “Öyle buluşma saati mi olur?” deme. Oluyor işte.

Benim elimde 2 tane simit, gelirken almış olsam. Sen de 2 tane çay söylesen. Demli ama. Simitleri aldığımız peynirlere batırıp batırıp yesek ve her lokmadan sonra elimiz çay bardağına gitse. Boğazın serin bir öğlen saatinde, İstanbul’un karşı yakasına bakıp bakıp kahvaltı etsek keşke. 1 lokma simit, 1 yudum çay ve 1 tane sen, 1 tane de ben. Baksak, konuşsak, gülsek beraber.

Simit-çay keyfi bitince de yürümeye başlasak. Kaybolsak o insan deryasının içinde. Göz gözü görmese, etraf ana-baba günü olsa da birbirimizi bile kaybedecek olsak. Kaybetmesek ama asla.

Saat 14:03 olsa ve biz uzun uzun yürüyor olsak. Biraz daha yürüsek. Havada nev-i şahsına münhasır bir esinti olsa ama güneş daha da inatla ısıtsa içimizi. Taa derinlere inse gün ışığı. Derimizden geçip kalplerimize ulaşsa keşke. Yürüdükçe ısınsak daha çok; biz ısındıkça hava esse.

14:49’da Ortaköy meydanına varsak. Bu kadar yorgunluğa illa ki bir tatlı yemek gerekse. Her zaman yediğimiz yerden 2 waffle söylesek biz de. Her zamanki gibi. “Her zamanki gibi” tabi. Çılgınlık yapmıyoruz ki. Bir farklılık peşinde değiliz ya da macera aramıyoruz biz. Waffle yiyoruz sadece. Hepsi bu.

Sahilde bir banka otursak sonra, İstanbul’un o güzel öğleden sonrasında. Biraz senden, biraz benden sonra da bizden konuşsak. “Biz”den konuşmazsak olur mu hiç? Alınmaz mı “biz” bize?

Çok konuşsak bu sefer. Daha da çok. Biri gelip bizi uyarsa en sonunda. “Çok konuştunuz, susun artık.” dese. O kadar konuşsak yani. Ben bankın sağ tarafında, sen sol; güneş batsa Boğaz’ın öbür ucunda.
Ve sonra sussak. Yavaş yavaş kalkıp günümüze kaldığımız yerden devam etsek. Ağır ağır yürüsek.  Nereye gideceğimize sen ve ben değil de, “biz” karar verse. Kalbimiz ve ayaklarımız götürse sadece bizi ve biz daha önce hiç bilmediğimiz bir yerde bulsak kendimizi…

Ufak bir kulübenin önünde 3-4 tane büyük sandıklar atılmış olsa yere. Etrafında da 3-4 tabure. Sandıkların üstü eski gazete kağıtlarıyla örtülü olsa ve ah keşke, keşke üstlerinde de çay bardağında rakı olsa. İnce belli bardakta… Yarıya kadar doldurulmuş rakılar. Yanında beyaz peynir, biraz da kavun. Başka hiçbir şey olmasa. Yetmez mi ki zaten?

Saat 19:27’de gelsek otursak buraya. “O nasıl bir saat öyle?” deme. Öyle bir saat işte. Gelsek otursak. Nereden, nasıl geldiğimizi bilmeden, davetsiz bir misafir edasıyla…

Bizden başka herkes tanıdık olsa. Sanki 40 yıllık ahbaplarmış gibi hitap etseler keşke birbirlerine. Samimi konuşmalar, cana yakın cümleler uçuşsa etrafımızda keşke. Gülüşmeler olsa…

Biraz yakınımızdaki dalga sesleri, bastırsa sonra bu gülüşmeleri. Kıyıya yanaşmış takaların arasından, yakamoz ilişse gözümüze. Yan yana otursak ve biz hala susuyor olsak. Susarak baksam yüzüne uzun uzun. Sana baksam keşke. Sadece dolunayın aydınlattığı yüzüne.  Sadece susarak “Bugün çok güzeldi.” desem sana ve sen de susarak cevap versen bana. Biz susarken arkadan müzik sesi gelse kulaklarımıza. Dalgalar da sussalar saygılarında. Yakamozlarla beraber hep birlikte o müziği dinlesek keşke.

Öyle bir gün geçirsek seninle. İstanbul'da değil de, İstanbul'u yaşarcasına bir gün.  Birbirimizi yaşarcasına bir gün. Öyle bir gün işte.

Hani..

Yani…

Boşver…

Neyse.